Hüsnükabul’de Hannah Arendt’ten yola çıkarak, devlet ve şiddet bağlamında yalanla gerçek, doğruyla yanlış, suçlu ile suçsuz, iyilik ile kötülük üzerindeki farklı eylem biçimleri tartışıyoruz.
Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba, günaydın herkese. Burası Açık Radyo, 95.0. Ferhat Kentel ve ben -Waseem Ahmad Siddiqui- ile birliktesiniz.
Ferhat Kentel: Herkese, günaydın. Bu vesileyle yeni yıllar dileyelim. Dileğimiz umarım tutar, bu sefer tutar diye umarak merhaba herkese.
Ömer Madra: Merhaba, günaydın. Sizi de iyi yıllar.
Özdeş Özbay: Merhaba, günaydın.
W.A.S.: İyi yıllar, herkese iyi seneler diliyorum. Yeni yıla girdik. 2024, bugün ilk haftası ve üçüncü gün; Çarşamba günü.
F.K.: Waseem, bugün hemen bugüne dair ben bir notla başlayayım mı?
W.A.S.: Lütfen, Taha Elgazi ile ilgili.
F.K.: Taha Elgazi yok aramızda çünkü bugün Kilis adliyesinde bir mahkemeye katılacak. Kilis'te 4 Nisan 2023 tarihinde vahşice öldürülen dokuz yaşındaki Suriyeli Gina Mercimek’in katil zanlıları ile ilgili mahkeme 3 Ocak’ta Kilis Adliyesi’nde başlıyor. Yetim Vakfı, Yeryüzü Çocukları ve Uluslararası Mülteci Hakları Derneği, davaya katılım çağrısı yaptı. Sığınmacı Hakları Platformu üyeleri de davaya katılım sağlayacak. Dava sonrası basın açıklaması yapılacak. Umarız adaletli bir ceza veya adaleti bir karar bulunur burada. Bu noktayı hem düşelim, hem de Taha’nın olmadığını not düşmüş olalım.
W.A.S.: Evet, şimdi aslında tam burada - yeni yıla girdik ve başından söyleyeyim; bugün ilk haftası ve üçüncü gün; Çarşamba günü. Tam da Ferhat Hocanın bıraktığı yerden, bugün aslında nasıl başlayalım diye düşündük. İyi bir şey ile mi başlayalım kötü bir şey ile mi başlayalım diye sordum kendi kendimi; iyilik ve kötülük zor bir soru.
İyilik ve kötülük…
İyiliğin bir türlü sıradanlığı olmadığına göre, bugün Hannah Arendt'in 1963'te yayımlanan Kötülüğün Sıradanlığı kitabı aklıma geldi. Şimdi bu kitap ile ilgili daha ayrıntılı konuşacağız. Ama, bugünkü yayında okuduklarımla biraz sesli düşünmek istiyorum ve sizlerle de paylaşmak istiyorum. Lütfen eleştirmek istediğiniz bir yer olursa, sözümü doğrudan kesebilirsiniz.
Aslında elimde bir kitap daha var. Hannah Arendt’in 1970 yılında yayımlanan Şiddet Üzerineadlı kitabı. Vakit buldukça bu kitaba da dönmeye çalışacağım. Çünkü burada kafa karışıklığı yaşıyorum ben de. Özellikle Arendt, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileriadlı kitabının önsözü yazan Jean Paul Sartre üzerindeki bir eleştirisinden bulunduğu için Fanon’un ‘national liberation’ ulusal kurtuluşa karşı eleştirisinde bulunur. Burada intikam, nefret, kin yani kötülüğün tehlikesinin olabileceğini eleştiriyor ama şu anda Gazze'de veya Ukrayna’da bu ‘kurtuluş’ sloganlarının atıldığını da unutmayalım; ‘Biz barış istemiyoruz, kurtuluş istiyoruz.’
Şimdi ilk önce Hannah Arendt’in küçük bir biyografisine ve Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabı üzerinden gidelim.
Hannah Arendt, Almanya’da doğmuş. Yahudi kökenli bir düşünür. Laik bir ailede doğduğu için aslında Yahudiliğini -antisemitizmi- yani Almanya’daki Yahudi düşmanlığı üzerinden negatif bir şekilde öğreniyor. Felsefeci Martin Heidegger’ın öğrencisi oluyor. Daha sonra doktorasını yazıyor. Frankfurt Okulu’ndan özellikle Walter Benjamin ile arkadaşlığı var. Almanya’da 1933’te Hitler iktidara geldiği zaman Arendt önce Avrupa’nın başka ülkelerine sonra da Fransa’ya kaçıyor. Fransa’da bir toplama kampına gönderiliyor ama buradan da kaçmayı başarıyor. 1941’de ABD’ye göç ediyor ve burada esas itibarıyla ‘The New School for Social Research’ yani Frankfurt’taki Theodor W. Adorno, Max Horkheimer ve Walter Benjamin ile ilişkisi var ve burada dersler veriyor. Orada kendi deyimiyle ‘siyasal kurama’ dönüyor ve insanlık durumu üzerine bir eser yazıyor. Bunun üzerinde ise, ‘Devlet, Şiddet, Kötülük üzerinde, Geçmiş ve Gelecek arasında’ gibi başlıklı çalışmaları var.
Kötülüğün Sıradanlığı’na bir tarih çalışması diyebiliriz. Fakat Hannah Arendt tarihçi değil ve bu nedenle Walter Benjamin bir tarih yazımı yapıyor yani bir çeşit tarihi ‘geneology’ olarak okuyor. Kötülüğün Sıradanlığı, ‘nedensellik’ olarak bire bir öge çıkartmış değil ama kötülüğün bir tür izini sürüyor.
Totaliter devlet bütün devletin sabit olmadığı sürekli devinim, sürekli değişim. Hareket halinde rejimler oldu. Bu açıdan zaten, yalanla gerçek, doğruyla yanlış, suçlu ile suçsuz, iyilik ile kötülük arasındaki farkı yok ettiklerini söylüyor.
Diktatörlük bütün aygıtlarını kontrol altında alıyor, devleti ele geçiriyor.
Faşist devletler orduyu kullanarak militarist bir biçimde devleti yönetiyor.
Hannah Arendt için iki devlet totaliter; Nazi Almanya’sı ve Stalin Sovyet.
Benito Mussolini’nin rejimine mesela faşist diktatörlük der; ‘Totaliter olmamıştır, belirsizlikler üzerinden üretmek.’
Hannah Arendt, zor bir şeyin altından ayağa kalkmaya çalışıyor, tıpkı Walter Benjamin gibi. Benjamin için tarih bir tür figüratif dille yani analojiyle meşguldür. Ama Arendt, ‘kötülüğün sıradanlığı’ dediğinde hakikaten zor bir yerden yaklaşıyor ve bir intikam duygusuna karşı anlamı anlamaya çalışıyor; suçlamıyor tam tersi anlamaya çalışıyor, sen suçlusun yargısına varmıyor. Zaman tanıyor, hem kendine hem karşısındakine... Burada bırakacağım, sonra devam edeceğim çünkü burada Adolf Eichmann’ın davası var. Bu, özellikle anlamayı çalışmak meselesi ya da anlam üretmeyi çalışmak meselesi, bir tür kaygan bir zeminde duruyor. Şimdi burada bırakacağım ve Ferhat Hocaya söz vereyim, belki burada bir şey eklemek ister. Ben sonra devem edeceğim.
F.K.: Ben de küçük bir araya gireyim. Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı anlatan ya da bütün bu sürece giren birikimi yine aslında şöyle bir şeyle değinelim. Arendt’in en çok dikkat çeken şeylerinden biri, bir Nazi subayı olan Adolf Eichamann’ın yargılanmasından ortaya çıkan veriler. O kadar sıradan bir şey yapıyor ki Eichmann görevini yerine getiriyor. Başkaları zaten benzer şeyler anlatıyor; sıradanlık, basitleşme - kötülük denen şeyin basitleşmesi... Hemen çok kısa bir iki not söylemeye çalışıyım, sen de bir şekilde söylemeye çalışıyorsun ve bugün de bir parça değiniyorsun -çok güzel bir yaklaşım.
Şaşırmak aslında o kadar kötü bir şey ki; ne yapacağını bilememek, yargılayamamak, karar verememek hali. Aslında ilginç bir şey, o kadar da devasa bir şey. Aslında bu bir taraftan çok dini de bir şey. Yani gücünüz yetmediği kadar büyük bir şey karşısında böyle ışık görmüş tavşan gibi kalmak gibi bir şey. Bütün bu kötülüğün galiba inşasında, o totaliter pratiklerde bir dekor var. Dekor, miligramın elektronik şokta da vardı buna benzer şeyler. Öyle bir etkilersiniz ki insanlar her şeyi yapabilirler. Yani herhangi bir şey yani küçük bir mahalle arasında propaganda yaptığınızda aynı şey etkili olmayabilir. Stada doldurduğunuz büyük evrensel gösteriler, silahlar, tanklar ile resmi geçtiler yaptığınız zaman insanları gerçekten bir tür paralize ederek -teknolojiler kullandığınız zaman- ne yazık ki her türlü kötülük sıradanlaşabiliyor. Küçük çocuğu da öldürebiliyorsunuz.
Gazze’nin tepesine bombalar yağdırıyorsunuz. Zaten bu yeni nesil artık medyasıyla, bütün bu şahsıyla tüketim dünyasında zaten gözleri kamaşmış durumda. Bu birilerinin öldürülmesi, yok edilmesi çok da önemli bir şey değil. Aslında inançta biraz böyle bir inşa da var. Burada kutsallaştırarak, inanç gibi düşünürsek onun sıradanlaşması çok mümkün ancak ona karşı çıkışlar yine başka bir inanç gibi oluyor. Yahudiler bilmem kaç insan öldürüldü. Arkasında inşa edilen bütün o duygu yine bir başka din gibiydi. Holokost adeta sosyal bir hafıza olarak -besmele çekmek gibi- her şeyin başlangıcından söylenmesi gereken bir şey oldu. Başka bir şey ile beraberinde Totaliter pratikler getiriyor diyerek bir virgül koymuş olayım.
Ö.Ö.: Ben çok minik bir ekleme yapayım Ferhat’ın bu söylediklerinin üzerine. Hannah Arendt, Adolf Eichmann mahkemesini takip ediyor ve hatta onun burnunun çekişini son derece sıradan bir emir insanı olarak, bütün o sahneleri kötülüğün sıradanlığı olarak açıklıyor. Şimdi yeni görüntüleri var sosyal medya sayesinde Gazze savaşında. Zaman zaman bunlar paylaşılıyor. İsrail askerlerinin paylaşımları var. Ben dün akşam bir video gördüm -kötülüğün sıradanlığı bu olsa gerek günümüzde dedim. Yıkıntılar arasında Gazze’de bir açlık var. Yanlarında mangal getirmiş kebap yapıyor İsrail askerleri! Benim aklıma ilk gelen şey buydu; kötülüğün sıradanlığı.
W.A.S.: Burada yine bu Hannah Arendt’in bıraktığı bu pozisyon, bu kaygan zemin üzerinde tekrardan durmaya çalışalım. Çünkü o konum, o pozisyon aslında ‘yerinden edilmiş’ bir pozisyon ve anlamaya çalışıyor ilginç bir şekilde ve burada çok tuhaf bir şey var Adolf Eichmann ile ilgili mesela. Ferhat Hocam, o şaşkınlık veya şimdi Arendt’in ağzıyla, Arendt’in deyişiyle ‘fikirsizlik’ ya da ‘düşünce yoksunluğu’ bir yanda ya da bir gözlemci olarak kalmak, ‘gözlemlemek’ aslında. Adolf Eichmann’ın 11 Nisan 1961’de Kudüs Mahkemesi’ndeki yargılama davasıyla ilgili olarak ‘mutlak bir hatası’nın olmadığına söylüyor. Kafası çok karışık bir yandan yani Eichmann’ın orada fikirsizliği ya da düşünce yoksunluğu, ona kötülüğü yaptırmaya zorluyor. Ne kadar zor bir pozisyon bir yandan, ne kadar zor bir şey. Halbuki Eichmann’ın orada yine yapıp ettikleri tam da o dönemde, o ‘Nihai Çözüm’ bir soykırıma sebep oluyor, bir savaşa sebep oluyor ve bu savaşa karşı, bu suçlara karşı bir tanıklık var ama o tanıklıktada bir ifadesizliği var, fikirsizliği var, düşünce yoksunluğu var. Yani idrak edemiyor o meseleyi. O kötülüğün sıradanlığı bir suç duyurusunda bulunmak değildi Arendt için ama çok kaygan bir zemin.
Az önce Özdeş ile konuşuyordum. Şu an yaşıyor olsaydı ne derdi ya da ne söylerdi böyle bir zamanda? Tam da benim de zorlandığım bir yer. Ben kötülüğe biraz o şekilde bakmaya çalışıyorum ama küçük bir şey daha ekleyeceğim. Aslında bu şiddet üzerindeki mesele de biraz öyle bir mesele. Orada çok ilginç bir şekilde Frantz Fanon’u eleştirmeye çalışıyor ve o eleştiri aslında bir tür ‘intikam’ın tehlikesinde olduğunu söylüyor, o duygunun bir tehlike içinde gittiğini söylemeye çalışıyor. ‘Bir yandan kafamı hala toparlamaya çalışıyorum çünkü orada kimlik politikalarının da tehlikesi var. Daha sonra bu kimliklerin çatışması da bir tür okunabilir,’ diyor Arendt, Fanon’u bu şekilde eleştiriyor. Ama Fanon için bu mesele; bütün bu sömürge döneminde, o dönemde Cezayir’deydi.
Ö.Ö.:Yeryüzünün Lanetleri.
W.A.S.: Evet, Yeryüzünün Lanetleri kitabında çok tuhaf bir şekilde, Fanon için şunu diyor; ‘Barış isteyerek çözülecek bir mesele değil; burada kurtuluşa ihtiyacımız var.” Bu kurtuluşun getireceği yıkımın kötülüğü aslında Arendt’in korktuğu yer herhalde. Şimdi ben sezgilerle konuşuyorum ama belki burada yine eleştirmek istediğiniz ya da katkıda bulunmak istediğiniz bir şey var ise bu kaygan bir zemin değil mi?
Ö.M.: Ben küçük bir ilavede bulunmak istiyorum; Chris Hedges oldukça önemli bir düşünür çağımızda bence. Gelmiş geçmiş en önemli savaş muhabirlerden birisi kendisi ve sürekli yazılar yazarken son yazılarından birinde İsrail’in soykırımı için -Holokost’a da ihanet ettiği gibi- bir çelişkili kavram kullanıyor ve ‘ahlaki evren tamamen ters yüz olmuş durumunda; soykırıma karşı olanlar, Genocide’a karşı olanlar onu savunmakla suçlanıyorlar’ diyor. Genocide yapanlar da kendilerini savunma hakkını kullandıklarını söylüyorlar ve bu inanabilir bir durum haline geliyor. Her şeyin mübah sayıldığı bir dünyada, yeni bir dünya doğuyor aslında. Yani eski kurallar artık önem taşımıyor ve endüstrileşmiş uluslar, gelişmiş uluslar zayıflamış durumdalar ve küresel kaos içindeler. Küresel güney denen yoksul ülkelere de bir mesaj gönderiyorlar, hem de korkunç bir mesaj; ‘İsyana kalkışmayın sakın, hiç, sizi bastırır, ezer geçeriz.’ Bir de çok kısa ve öz bir cümle kulanmış; ‘Günün birinde hepimiz Filistinli olacağız.’ Bu, Scheerpost’ta çıkmıştı.
Ö.Ö.: Ömer Bey, ben de size minik bir ek yapayım, dünkü haber dosyamızda da vardı. Bir yazı kaleme alınmış Democracy Now!’da. Aslında The Harvard Crimson’da Harvard Hillel Yahudi oluşumunda yer alan akademisyenlerden bir tanesi; ‘Stop Weaponizing Antisemetisim’ yani antisemitizmi bir silah olarak kullanmaktan vazgeçin diye bir yazı yazmış ve o da tam olarak bunu anlatıyordu.
Ö.M.: Aynı zamanda İsrail yanlısı lobilerde de yüz milyon dolar ayırmışlar ilerici temsilci meclis üyelerine. Afrika’ya saldırmak için, onları yok etmek için. Yani böyle şeyler de oluyor.
F.K.: Ben de bir, iki not söyleyeyim. Aslında modern zamanlar Max Weber’ın de dediği gibi, dünyanın büyüsünün bozulması, eski bütün o dinsel, etniksel, cemaatsel, bölgesel bağlantılar yerine, inşa olan yeni modern ulus devletin oluşturulmuş olduğu yeni bir dünya. Aşırı rasyonalist ve pozitivist bir dünya. Galiba Max Weber’ın da zamanının yetmediği başka bir hikaye yaşıyoruz şu anda. Bu dünyada da büyü denilen şey gayet geçerli. Totaliter rejimler ya da topyekûn bir takım insanları yok etmekten çekinmeyen devletlerin en büyük teknolojilerden biri büyü yaratmak. Yani Waseem’in az önce söylemiş olduğu ‘düşüncesizlik’, Hannah Arendt’e dayanarak fikir sahibi olmamak aynı zamanda duygu sahibi de olmamak gibi bir şey aslında. Veya varsa öyle bir duygu, ben onu inşa ederim. O vatan, millet, her türlü bol propagandayla dolu o duyguları yaratmak için. Dolaysıyla siz o duygular eşliğinde birey ile toplumu özdeşleştirirseniz kompakt bir şey haline getirirsiniz. Kendisi devlette, devlet kendisini bireyde bulur. Dolayısıyla o sizin askerlerinizin, devlet başkanlarınızın, politikaların aldığı kararlar size yeter. Sizin ayrıca karar almanıza gerek yok. Bu sonuçlara da bir tür ‘büyülenme’ diyebiliriz.
Ö.Ö.: Hannah Arendt, Nazileri şu şekilde anlatıyordu. Aslında; Kötülüğün Sıradanlığı’nı Nazilere atfediyor ama Naziler de radikal bir kötülüğü Yahudilere atfederek örgütleniyor. Yahudilet hakkında bütün dünyayı yöneten muazzam bir kötülükten söz ediyor Naziler. Daha sonra da Yahudileri aşağılayarak kendi kötülüklerini gerekçelendiriyorlar. İsrail’in yaptığı da tam olarak bu. Muazzam bir canilik anlatıyor mesela Hamas üzerinden. Açık Radyo sitesinde çok güzel bir çeviri var, gönüllümüz Özge Atılgan yaptı. Masha Gessen’in makalesi ve Gessen, Hannah Arendt Ödülü aldı biliyorsunuz. Yani az daha alamıyordu çünkü New Yorker’da bir yazı yazdı ve Holokost’un hatırasının dondurulduğunu ve müzelere hapsedildiğini, tarihsel konteksten çıkarıldığını ve dolayısıyla o biricikliğin orada bırakıldığını, ‘Sadece biz olduk, sadece o an oldu ve hiçbir şeyle karıştırmayın’ dendiğini anlatıyor. Halbuki tarihi böyle dondurursanız bir ders çıkaramazsınız. Çok güzel bir yazı Masha Gessen’in. Orada Arendt’den de bahsetmiş; ‘Eichmann’ın şeytan olmadığını, belki şeytanın var olmadığını gördük’ diyor. İnternet sitemizde, Türkçe’ye çevrilen sitemizde var. ‘Radikal kötülük diye bir şeyin olmadığını, kötülüğün aşırı olduğuna bile inanmadığını, her zaman sıradan olduğunu ve daha sonra ifade ettiği gibi çukurda doğmuş, tamamen sığ bir şey olduğunu düşünmüştür’ diyor Gessen, Arendt için.
Ö.M.: Evet, galiba süreyi de bitiyoruz.
F.K.: Hemen bir tane küçük dipnot söyleyeyim; Jeffrey C. Alexander’ın Trauma: A Social Theory adlı kitabı bir sosyal teori kitabı olarak çok tavsiye ederim. Holokost meselelerinden bahsediyor, onun nasıl inşa edildiğinden ve dolayısıyla başka şeylerin de nasıl gerekçe olduğuna dair sosyal bilimsel açıdan çok anlamlı bir katkıdır.
W.A.S.: Bu kısa sürede Hannah Arendt ile ilgili çok kısa bir beyin jimnastiği yapmış olduk. Şimdi programımızın sonuna geldik ve bir şarkıyla bitireceğiz. Bu şarkının ismi “Why Can’t We Live Together?” -Biz neden birlikte yaşayamıyoruz?- Şarkıcı, Timmy Thomas ve 1973’de yayınlamış bu şarkıyı. Bu şarkı ile sizi baş başa bırakıyoruz. Haftaya Çarşamba günü yine saat 09:30’ta görüşmek dileğiyle, hoşça kalın.
Ö.M.: Görüşmek üzere.
F.K.: Hoşça kalın.
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.